Kaynak:
Mustafa Çakır: "Eskişehir’de Eskişehirli Olarak Yaşamak" ESKİYENİ:
Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi. Yıl 1, S. 5 (ISSN 1308-9056), ss. 14-21. (ağ 16-23).
ESKİŞEHİR ile ilgili diğer kaynaklara ulaşmak için Lütfen TIKLAYINIZ
Eskişehir’de Eskişehirli olarak yaşamak…
Eskişehir, öyle bir şehir ki insan başını kaldırıp etrafa bakınca, eski adıyla tezat oluşturan pek çok yeniyi görüyor; içine yaşama sevinci doluyor. Burada yerleşik olmayanlar, gelip gördüklerini gittikleri çevrelerde sanki büyülenmiş gibi anlatıyorlar. İçinde yaşayan biz Eskişehirliler ise her gün baktığımız ama sanki göremediğimiz güzellikleri Eskişehirli olarak yaşıyor muyuz?
Bu yazıda, mütevazı bir Anadolu kentinden yükseköğrenim görmek üzere Eskişehir’e gelen ve yükseköğreniminin sonunda neredeyse dünyayı dolaştıktan sonra geri dönüp Eskişehirli olan birinin anılarıyla Eskişehir anlatılmaya çalışılacaktır.
Dorylaion’dan Eskişehir’e
Eski ve Orta çağlarda Yunanca Dorylaion (Latince Dorylaeum) ismi ile bilinen bu şehirle daha ilkokula giderken tanıştım. O yıllarda ailemle birlikte akraba ziyareti için geldiğimiz bu şehirde beni en çok etkileyen Hamamyolu Caddesi ve bu caddeyi orta yerinden ayırarak boydan boya akıp giden Akarbaşı Deresi ile salkım söğüt ağaçlarının süslediği Yalaman Adası idi. O yaz yediğimiz dondurma ve pamuk şekerin haddi hesabı yoktu.
Şehre ikinci defa gelişim lise yıllarında oldu. Bu defa biraz daha büyümüş, eskiye göre daha modern bir görünümü vardı. Şehirde iki ayrı akademi bulunuyordu ve ben de üniversite adayı olarak, bu şehirde yükseköğrenim görmeyi planladığım için şehrin dününü ve mevcut durumunu araştırmaya başladım. Arap kaynaklarında, Darauliya, Adruliya ve Drusilya olarak geçtiğini; antik kaynaklarda önemli yolların kavşak noktasında, kaplıcaları ile ünlü ticaret ile zenginliğe kavuşmuş bir Frigya (Phrygia) şehri olduğunu; şehrin kurucusunun Eretrialı Doryleos olduğunu öğrendim. Dorylaion da "Doryleos'un şehri" anlamına geliyormuş.
Tarih dersinde, I. Haçlı Savaşının (MS 1097) çok sıcak bir yaz gününde bu topraklarda geçtiğini, Selçukluların Porsuk ovasında ağır bir yenilgi aldığını okudum. Dönemin Bizans imparatoru Justinianos'un yazlık sarayını Porsuk Ovası’na kurarak buraya ne denli önem verdiğini öğrendim. Şehrin ilk Haçlı Savaşından yaklaşık yüz yıl sonra, 1176'da Selçuklu Sultanı II. Kılıçaslan'nın Bizans İmparatoru Manuel Komnenos'u mağlup etmesinin ardından, Selçukluların egemenliğine girdiğini; bu savaştan sonra uzun süre yıkık ve terk edilmiş olan Dorylaion harabelerinin güneyinde yeni bir yerleşme kurulmuş olduğunu W. M. Ramsay'in araştırmalarından okudum. Bugünkü Şarhöyük'ün yakınlarında yer alan Dorylaion harabelerine eski şehir denildiğini ve bu adın o zamandan Eskişehir olarak günümüze kadar geldiğini de Muhibbe Darga Hocamızın ekibiyle yaptığı kazı çalışmalarının bulgularından öğrendim.
19. yüzyılda birçok gezgin ve bilim adamının bölgeye yaptığı gezi ve araştırmalara göre, Eskişehir'in 3 km. kuzeydoğusunda ve Porsuk Çayı'nın kuzeyinde yer alan Şarhöyük ören yerinin antik Dorylaion şehri olduğu tespit edilmiş. Burası 17 m. yüksekliğinde 450 m. çapında Orta Anadolu'nun orta büyüklükteki höyüklerinden biri olarak kayıtlara geçirilmiş ve 1989 yılında Kültür Bakanlığı ile Anadolu Üniversitesi adına Prof. Dr. A. Muhibbe Darga başkanlığındaki bir ekip arkeolojik kazı çalışmalarını başlatmış. Halen Doç. Dr. Taciser Sivas’ın yönetiminde sürdürülen çalışmalarda buranın, Osmanlı Döneminden ilk Tunç Çağı'na kadar geri giden sürekli bir yerleşme yeri olduğu saptanmış (1). Şarhöyük kazılarının, bölgenin az bilinen Demir Çağı ile Milattan Önce 2 bin yılındaki siyasi ve kültürel yapısının aydınlanmasına katkı sağlaması bakımından olduğu belirtilmektedir.
Köşe yazarlarının(2) “Kafeleri, Çin ve İtalyan lokantaları, termal suları, müzeleri, camileri, antik şehir kalıntıları” ile anlattığı, sözü “inanın yapacak çok şey var...” diye anlattığı çağdaş bir şehirde yaşıyoruz. Aşağıda, Eskişehir’in cumhuriyet dönemi öyküsünden küçük kesitler sunmaya çalışacağım.
Erenler Lokantası’ndan Tatlıdil Köftecisine
Eskişehir’e ilk geldiğimde Kıbrıs Şehitleri Caddesi üzerinde Vilayet Meydanı’na yakın bir yerde, bugün artık fotoğraf stüdyosuna dönüştürülmüş olan “Erenler Lokantası”na gidip karnımı doyurdum. Orası öğrenciler için dar zamanda sığınılan bir limandı. “Kalabak Suyu”nu ilk defa burada içtim. “Kemalpaşa” tatlısını burada tattım.
Sonraki günlerde 1930’lardan bu yana köklü bir geleneği yaşatan ve Eskişehirli esnafın olduğu kadar, öğrencilerin de uğrak yeri olan, “Tatlıdil” köftecisini öğrendim. Bugünlerde Ekşi Sözlük’te burası için şunlar yazılı (3):
Hakkında az yazılmış birçok şey gibi çok kıymetli olduğuna inandığım bir mekân. Masalar ahşap olsaydı duvardaki siyah beyaz ustaların fotoğraflarıyla her şeyden kaçıp her gün sığınmak istediğim bir yer olurdu biliyorum. Duvarlarında orada köfte yemiş ünlü fotoğrafları yok. Sırmalı kocaman bir tabelası da yok. Belli ki zamanın hastalıklarına yakalanmamış. Küçük esnaf sokağının sakin bir köşesinde zaten kendini tanıyanları bekleyen eski bir dost gibi. Kasadaki amca her defasında küsurlar için bu kadar yeter diyerek insanı şaşırtıyor. Bu gönlü zenginliğin zincir mağaza sahiplerinde olmayan gözü tokluğun nafakasını çıkarmaya çalışan eski, gelenekçi küçük bir köfte dükkânından çıkmasına şaşırıyor insan. Hayır demek istiyorsun küsurları daha fazlaya tamamlamak ve bahşiş bırakmak istiyorsun ama gördüğüm kadarıyla ne bahşiş bırakacak bir yer var, ne de amcanın o sözleri üzerine buna yüzün oluyor. Orada biraz oturmak eski fotoğraflara bakmak gibi bir şey. Özlediğimiz zamanların siyah beyaz fotoğraflarına bakmak sadece bunun için arkasından hatırlayacaklarınıza katlanıyorsunuz. (seagullineskisehir, 06.04.2007 08:48 ~ 08:58)
1932 yılında açılmış bir köfte salonu burası. Mekân olarak nasıl açıldıysa hala öyle duruyor gibi bir görüntüsü var. Piyasa ekonomisinin getirdiği rekabete veya daha fazla para kazanma hırsının getirdiği neticelere teslim olmamışlar. Normalde bu tarz bir yer çoktan mekânı değiştirmiş, afili bir köfte salonuna dönüşmüş, işleri büyütmüş, şubeler açmış olmalıydı. Burası aynı mekânda aynı damak tadı ile devam ediyor (ekonomik işletmelerin değişime ve büyüme kapalı olmaları günümüz ekonomik koşullarında ne kadar gerçekçidir, burası tartışılabilir, ama biz tatlı dili böyle olduğu için sevdik).
Dedemler köyden şehre alışverişe geldiklerinde mutlaka buraya uğrar, köfte yerlerdi. Küçükken çarşıya çıktığımızda babam bizi buraya götürürdü. Yine hala babamla çarşıya çıksak -gelin size köfte yedireyim- der, tatlı dile götürür. Zamanla Eskişehir büyüdü, biz de büyüdük, şimdileri yemek için birçok seçenek var ama tatlı dil köftecisi ben ve benim gibi tatlı dil lezzetini bilenler için her zaman ilk tercihlerimizden. Gelen misafirleri de heyecanla götürdüğümüz bir yer burası.
Burada yapılan alıntıların bir kısmı reklam izlenimi verse de tatlı dilin güler yüzün etkisini kimse inkâr edemez. Burayı marka haline getiren sır aslında ne köftecinin adında, ne de köfteyle birlikte yenilip, içilen turşu ile şıranın tadında gizli; işin sırrı kuşaktan kuşağa aktarılan tatlı dil ile güler yüzde…
İstasyon Köftecileri
Öğrencilik dönemlerinde çalışmaya ara verip, gecenin ilerleyen saatlerinde 24 saat açık olan köftecilerde lezzetli köfteler yerdik. Bugün de aynı gelenek devam ediyor. İstasyon köftecileri zaman içinde Eskişehir’deki mutfak kültürünün bir parçasına dönüştü. Burada yaşayıp, Eskişehirspor sevdalısı Ali’nin köftelerini yemeyen neredeyse yoktur. Ali’nin seyyar tezgâhının başında büyük bir sevgi ve şevkle bağlandığı işini büyütüp gök kubbeyi aydınlatan yıldızların altından floresan lambaların aydınlattığı beton tavanlı dükkâna terfi ettiği yılları hatırlarım. Kendinden sonra işin başına geçenler “Köfteci Ali” markasına çok özen göstermese de; alışkın ayaklar, Ali’nin yaşadığı döneme ait, kulaktan kulağa aktarılarak bugün efsane gibi tekrarlanan anıların olumlu etkisiyle işletmecilerini şimdilik yalnız bırakmıyorlar.
Zaman içinde Koca Usta, Köftehor gibi adlarla açılan diğer köfteciler de yol boyunca gelip geçenler için farklı seçenekler, keyifli anlar sunmaya başladılar. Bütün köftecilerde, köfteyle birlikte geleneksel şıra ve turşu servisi de yapılıyor.
İstasyon köftecilerinin yanı sıra, Bayatpazarı (Bitpazarı)'nın popüler simalarından, Kebapçı Hüsmen’i, Köfteci Ahmet’i, Büyükşehir Belediyesi’nin hemen arkasındaki Dökümcüler Çarşısı’nda faaliyet gösteren Köfteci Abdüsselam’ı, şehir merkezindeki Çiçek Izgara’yı unutup onlara haksızlık yapmayalım.
Madem, Eskişehir’in köftecilerini anlatıyoruz, Sanayi Çarşısındaki köftecilere bir iki cümle ayırmak gerekir. Rodop Köftecisi, Tuna Köftecisi, burada da bir geleneği yaşatmaya devam ediyorlar.
Yine bu şehirde gelişmiş ülkelerde çoktandır uygulanan “askıya bir köfte” geleneğinin gündeme getirilmesine tanık oldum…
Geleneksel Tatlar ve Üstatlar
Öğrenciler özlemle annelerinin mutfağında pişen yemekleri anlatırken, birden Trakya Lokantası diye bir yere gittik. Bir arkadaşımız da Muttalip Caddesi üst geçidinin altındaki Bolkepçe Lokantasını önerdi. Her ikisinde de muhteşem tatlar var. Bugünün gençleri Yemek Dünyası’na gidiyor; biz ise Erenler Lokantası kapatmışsa, Gözde Lokantası ile Hüsnüniyet Lokantasında yerdik. Pirinç İşhanı’nın karşı aralığındaki Konuk Sokaktan girilen Hüsnüniyet Lokantası sabahları çorbaları ile geçmişten gelen köklü bir işletmeydi.
Zamanla, Kırım Tatarları’nın özel yemeği çibörek, kırma börek, göbete gibi tatlara alıştık. Eskişehir dışında yaşayan arkadaşlarımıza, dostlarımıza ismini çubuk (met) ve aşık kemiğiyle oynanan bir oyundan alan met helvasını götürmeye başladık. Bizi ziyarete gelenlere de ilk defa 1961 yılında Mustafa Parlak Usta’nın Süreyya Pasta Salonu’nda imal edilmeye başlandığı anlatılan (4), kremalı hamur tatlısı pötiför ile limonata ikram ederdik. Haşhaşlı ekmek ve simit fırınlarını da unutmamak gerekir.
Karakedi Bozacısı
Çocukluğu Bulgaristan’da geçmiş Avrupalı bir yazar dostum, Eskişehir’i ziyaret ettiği soğuk bir kış gecesi, akşam yemeğinden sonra sokaktan geçen bozacının sesine kulak kabartıp, duyduğu sesin ne olduğunu sordu. Kendisine bozacı geldi dediğimde çocuklar gibi sevindiğini gördüm. Meğer o da bu tada yıllardır hasretmiş. O gün Eskişehir’de marka olan Tatlıdil Köftecisi’nden sonra, kendisine Karakedi Bozacısı’nı da öğretmiş oldum. Ben de ilk defa tattığım bozada, darı irmiği, su ve şekerin birbiriyle uyumuna hayran kaldım. Meğer İstanbul Vefa, Bursa Ömür, Bilecik Soydan, Eskişehir ise Karakedi Bozacısı ile ünlüymüş.
Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi, Nam-ı Diğer “Filamingo Yolu”
Bu şehrin geçmişinde köklü bir entelektüel birikim ile çağdaş yaşam kültürü var. Çarşı Pazar alışverişinde bile, Eskişehir ile ilgili bir şey öğreniyorsunuz.
Henüz öğrenciyim, Eskişehir’i tanımaya çalışıyorum. TRT’nin tek kanallı, siyah-beyaz yayın yaptığı yıllarda yayımlanan, “Filamingo Yolu” (Flamingo Road) adlı dizide görülen çağdaş yaşam çizgileri, Eskişehirliler için hiç de yabancı değil. Şehrin en yeni binalarının yer aldığı “Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi” o dönemlerde “Filamingo Yolu” yakıştırması ile anılıyordu. Çünkü, buradaki genç ve bakımlı hanımlar ile yakışıklı beylerin TRT dizilerinde gösterilenlerden görünürde bir farkları yoktu ve bunların akşamları hava almaya çıkmaları, günün şartlarına göre modern sayılabilecek pastanelerde buluşup görüşmeleri son derece olağan karşılanırdı.
Başka şehirlerden öğrenim görmek üzere Eskişehir’e gelen öğrenciler de bu yaşam biçimine hemen uyum sağlar; gördüklerini benimser; bugün olduğu gibi geçmişte de yerli halkın ilgi ve desteğini görürlerdi.
Caddeye adını veren Kızılcıklı Mahmut Pehlivan’a gelince; kaynaklarda kendisinin Deliorman Türklerinden olduğu bilgisi veriliyor. Sultan Hamid devrinin son başpehlivanlarından, Meşrutiyet devrinin tanınmış başlarından olduğu anlatılıyor (5). 1878 yılında Romanya’da Türklerin yoğun olarak yaşadığı Dobruca yakınlarındaki Kızılcık kasabasında dünyaya gelmiş. Küçük yaşlarda güreşe başlamış. Oradan ailesiyle birlikte Eskişehir’e göç etmiş; Kırkpınar yağlı güreşlerinin unutulmaz isimlerinden olmuş. Kırkpınar’daki başarılarından sonra uzun süre Paris ve Amerika Birleşik Devletlerinde yaşamış; adını buralarda da duyurmuştur. Eskişehir’e döndükten sonra 1931 yılında ölmüştür. Ölümünün üzerinden uzun yıllar geçmesine karşın günümüzde efsane bir güreşçi olarak saygıyla anılıyor. Bu büyük pehlivanın anısını yaşatmak üzere, Eskişehir’in en önemli caddelerinden birine adı verilmiştir.
Bugün Eskişehirspor’un en ateşli taraftar grubu da gücün simgesi olarak hatırlanan bu pehlivanla özdeşleşen “Kızılcıklı” yakıştırması ile anılmaktadır.
Nayman Sokak
Nayman sözcük olarak çalışkan, etkin kimse anlamına geliyor. Şehrimizdeki Nayman Sokağa adını veren kişinin Girit Valisi ve Sadrazamlık yapmış olan Mustafa Naili Paşa'nın torunu ve 5. dönem milletvekillerinden olan Fatma Esma Nayman (1899-1967) ile bir ilişkisinin bulunup bulunmadığı konusunda yaptığımız araştırmada somut bir bulguya ulaşamadık. Buna mukabil, Anadolu’da “nayman” soyadının oldukça yaygın olduğunu; Eskişehir’e göç yoluyla gelen Tatarların soyadlarında Nayman ifadesinin sıkça kullanıldığını; Kazakistan'ın Kuzey Doğusu ile Moğolistan'ın batısında yaşayan en eski ve kalabalık Türk-Kazak kabilelerinin Nayman olarak adlandırıldığını, bugün Kazakistan’da bir Kazak oymağının adının Nayman (kz.Найман) olduğunu öğrendik. Halen Afyonkarahisar ili Sandıklı ilçesine bağlı Belkavak (eski adı Nayman) köyünde de Naymanların yaşadığı bilgisine ulaştık.
Nayman Sokak adına gelince, geçmişine bağlı Eskişehirlilerin, şehirde yaşamış göçmen kökenli, sevilen bir ailenin soyadını buraya vermiş olması muhtemeldir (6).
Öte yandan, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adını taşıyan romanında geçen Kırgız-Kazak efsanenin başkahramanlarından birinin adı Nayman Ana’dır. O, mankurt olan oğlunu kurtarmaya çalışan bir Kırgız anasıdır. Mankurtlaşan oğlunu kurtarmaya çalışır ve sonunda oğlu tarafından öldürülür (7). Aytmatov’un romanından sonra, geçmişini unutmuş, bedeniyle ve ruhuyla karşı tarafın buyruğu altına girmiş, yeni efendisine yaranmak için kendi değerlerine, ailesine ihanet edenlere verilen ortak ada “mankurt” adı verilirken, her türlü sıkıntıya göğüs gerenlere de “nayman” benzetmesi yapılıyor.
Cengiz Topel Caddesi
Cengiz Topel (1934- 1964, Kıbrıs), 1964'te Türk Hava Kuvvetleri'nin Kıbrıs'ta gerçekleştirdiği uyarı uçuşunda, uçağı Rumlar tarafından vurularak düşürülen pilot yüzbaşıdır. Türk Hava Kuvvetleri'nin ilk jet pilotu kaybı olarak tarihe geçmiştir.
8 Ağustos 1964 tarihinde sırasında Eskişehir’den Kıbrıs’a, 4’lü Kol Komutanı olarak gönderilmiş; F-100 uçağıyla uçuş esnasında uçağı yerden isabet alarak düşürülmüştür. Paraşütle atlamayı başarmış, fakat Rumlar tarafından esir alınmış ve yapılan işkenceler sonucu ölmüş; naşı Türkiye’ye getirilerek 14 Ağustos 1964 tarihinde Edirnekapı’daki Sakızağacı Hava Şehitliği’nde toprağa verilmiştir. Türkiye'nin çeşitli bölgelerindeki yerleşim yerlerinde adını taşıyan birçok park, cadde ve sokak bulunmaktadır. Ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde de anıtı ve bir köye de ismi verilmiştir (8).
Kadirşinas Eskişehir halkı da Sivrihisar Caddesinden Üniversite (eski Bağlar Caddesi) arasında kalan kısma adını vermiş; önemli caddelerin ve Porsuk Çayının kavşak noktasını oluşturan Köprübaşı mevkiinde Orduevi karşısına da bir anıt-heykelini koyarak anısını yaşatmaya çalışmaktadır.
Doktorlar Caddesi
Eskişehirli bir arkadaşımla Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi’ni geçip Nayman Sokak üzerinden Cengiz Topel Caddesine doğru yürürken, Kızılcıklı Mahmut Pehlivan Caddesi ile Nayman Sokağı ayıran ana cadde üzerinde yeni bir şey daha öğrendim. Aslında “Doktorlar Caddesi” diye bir cadde yokmuş ve buranın asıl adı İsmet İnönü Caddesi’ymiş. Eskişehirlilerin Cadde üzerindeki binaların dış cephelerine kimi zaman üst üste, kimi zaman yan yana, asılı duran doktor muayenehanelerini gösteren tabelalardan dolayı buraya bu adı yakıştırmışlar. Doktorlar, şehrin merkezindeki bu cadde üzerinde muayenehane açmak için, eczacılar da eczane açmak için genellikle burayı tercih ediyorlarmış. Tıpkı, sıcaksular mevkiinde bulunan banyo ve hamamlardan dolayı, merhum Süleyman Çakır’ın adını taşıyan caddeye Hamamyolu Caddesi yakıştırmasının yapılması gibi…
Porsuk Bulvarı Yahut “Yalaman Adası”
Porsuk Çayının M.K. Atatürk Caddesi Köprüsü ile Köprübaşı Köprüsü arasında kalan şenlik ve eğlence alanına geçmişte “Adalar” veya “Yalaman Adası” deniyordu. Bugün Porsuk Bulvarı denen ve yüksek katlı apartmanlar ile genellikle üniversite öğrencilerinin gittiği kafeteryaların bulunduğu yerde eskiden yazlık sinemalar ile iki ayrı lunapark faaliyet gösterirdi. Lunaparklar Yalaman ailesince işletiliyor; semt de Yalaman veya Yalaman Adası olarak anılıyordu. Sıcak yaz geceleri ailece gidilen Yalaman sinemalarının önü panayır yeri gibi kalabalık olur; kimi zaman yer bulunamazdı. Sinema kapısındaki haşlanmış ya da kebap mısır, pamuk helvası, limonata, dondurma satıcıları bizi çok etkilerdi, bu renk cümbüşü arasında girilirdi içeriye. Her yaştan insan hemen hemen günün her saatinde buraya uğrardı. Sinemaya girmiyor, çay bahçesinde oturmuyorsa, sahilinde salkım söğütlerin bulunduğu porsuk çayında sandalla dolaşıp hoşça vakit geçirmeye çalışırdı. Sandallara delikanlılar kadar, genç kızlar veya aileler de biner; yarışmacıları andıran genç kürekçiler zevkle izlenirdi.
Eskişehir, taşradan gelen öğrencileri sevgi ile bağrına basan, küçük, mütevazı ve ama yaşam tarzı ile bugünkü kadar modern bir şehirdi. Buraya gelen, kırsal kültürü dayatmaya kalkmaz; kendini eğitmeye, gördüklerinden kendince ders çıkarmaya özen gösterirdi. Yani sokaklardaki güncel yaşam da eğitimin bir parçasıydı.
Yalaman çay bahçelerinde çayın dışında sunulan en güzel içeceklerden biri “Ankara Gazozu” en popüler eğlenceliğin de “leblebi” ve “Çekirdek” olduğu günleri gördük.
O dönemde, Eskişehirli arkadaşlarımız yazlık sinemaların da kurulduğundan da söz ederlerdi. O günlere ilişkin olarak yazılan anılarda şunlar anlatılıyor (9):
Porsuk Çayı denizi göremeyen, tatil yapamayan çocukların sanki deniziydi. Yüzerler, kayığa binerler, piknik yaparlar, sığındıkları bir liman gibi demir atarlardı. Kıyıları söğüt ağaçlarıyla bezeli olan çayın yüzü sanayileşmenin hızlanmasıyla birlikte kimi zaman kızarmaya, kimi zaman sararmaya başladı. Diğer atıklarla birlikte gittikçe bataklaştı.
Bugün sadece Eskişehirliler değil, Türkiye’nin her yanından her gelir grubundaki insan şehirdeki dönüşümü görmeye geliyor. Uygulanan büyük çevre projeleriyle Porsuk çayı da gençleşti, iki yakasını birleştiren köprüleri yenilendi. Sanki daha bir neş’eyle akıp gidiyor. Üzerindeki kayıkçı sandalları yerine modern botlar var; yüzüne perçem gibi sarkan salkım söğütleri gitmiş; yerinde, dağınık saçlarına takılmış toka gibi latif, Porsuk boyunca uzayıp giden, renkli beton duvarları var. Bir de artık Türkiye Milli Olimpiyat komitesi ile Büyükşehir Belediyesi'nin ortaklaşa düzenlediği şenlik havasında geçen dragon yarışları…
Geçmişin Çılgın Türkleri Bugün Yönetici
Evrensel ölçekte iki ayrı üniversiteye ev sahipliği yapan bu şehrin çağdaş senfoni orkestraları, tiyatroları ile çöl ortasında vaha olmasına, onu ziyaret edenlerin burada gördüklerini, yaşadıklarını anlatırken çıkardığı hayret ve şaşkınlıkla karışık seslerin dinleyenleri bağlamanın tezenesi gibi şenlendirmesine şaşırmayalım.
Bugün bu şehirde bir liraya tiyatro, 75 kuruşa konser izlenebiliyorsa, halka bu imkânları sağlayan yöneticilerin bir kısmının, gençliklerinde bu şehre tiyatro kazandırabilmek uğruna yegâne sermayeleri olan kanlarını satıp, kazandıkları parayla tiyatro gösterisi düzenleyecek kadar “çılgın” ve idealist olduğunu unutmayalım. Eskişehir’in entelektüel birikiminin arkasında yer alan ve gerçekten yaşanmış olan bu öyküyü şehri ziyaret edip, gördüğü güzellikler karşısında şaşkınlığını gizlemekte güçlük çeken konuklara anlatıp, gelinen noktanın tesadüf olmadığını söyleyelim.
Eskişehirliler, dün olduğu gibi bugün de büyük bir gayretle çalışıyor; kurdukları tiyatroları yaşatabilmek, çağdaş yaşam biçiminden vazgeçmemek için hiçbir özveriden kaçınmıyorlar. Bugünlerde, Eskişehir’e dair hayalleri olan ve sanki bir masal kahramanı gibi tılsımını Eskişehir’in üzerine serpen Büyükerşen ile ona destek olan arkadaşlarının başardıkları ilden ile anlatılırken, bu şehirde yaşayan herkesin geleceğe dair umutlarını tazeliyor.
Eskişehirlinin Sinema ve Havacılık Tutkusu
Anadolu Üniversitesi Uluslararası Eskişehir Film Festivali bu yıl 11. yaşını geride bıraktı. Usta filmi de sanki yaş günü hediyesi gibi kapanış filmi olarak gösterildi (10). Başrollerini Yetkin Dikinciler, Fadik Sevin Atasoy, Şevket Çoruh ve Hasibe Eren’in paylaştığı, yönetmenliğini Bahadır Karataş’ın üstlendiği “Usta” ekibi, aynı zamanda filmin ikinci ön gösterimi de festival kapsamda Eskişehir’de gerçekleştirdi. Bu ikinci ön gösterim hem film, hem Anadolu Üniversitesi hem de Eskişehirliler için çok özel bir anlam taşıyordu. Çünkü filmin yapımcı ve yönetmeni Anadolu Üniversitesi mezunu; öykü Eskişehir’de geçiyor. Filmde Eskişehirlinin havacılığa olan tutkusu anlatılıyor.
Filmi izleyen Eskişehirliler 46 yıl geriye gittiklerini anlatıyorlar. Film, Türk sinemasının önemli isimlerinin rol aldığı, Eskişehirlilere havacılık tutkusunu aşılayan “Şafak Bekçileri” filmini hatırlıyordu. Şafak Bekçileri konu olarak savaş pilotlarının yaşamları üzerine kurgulanmıştı. Halit Refiğ’in yönetmenliğini yaptığı bu film, bir pilot üsteğmen ile ağa kızının aşkı üzerine kurgulanmıştı. Film, 1963 yılında Eskişehir 1 taktik hava kuvvet Komutanlığı'nda ve Eskişehir'in çeşitli yerlerinde çekilmişti.
“Usta”, filmi ise Türkiye’nin daha çok reklam filmleri yönetmeni olarak tanıdığı, Anadolu Üniversitesi ailesinden biri olarak benimsediği genç ve başarılı yönetmen Bahadır Karakaş ile yine bu aileye ait yapımcı Mete Özok’un Eskişehir’e ve Eskişehirlilere bir teşekkür belgesi gibi (11). Dolayısıyla bu şehir, sadece iyi eğitimli, nitelikli insanlar yetiştirmiyor; bir de kadirşinaslık gibi duyguları kuşaktan kuşağa aktaran insani donanımları da kaybetmiyor.
Filmi izlerken, Eskişehir’de önce öğrenci sonra da akademisyen olarak geçirdiğim yirmi yılı aşkın süre zihnimden bir film şeridi gibi geçti. Yaşadıklarımı ve yaşanmışlıkları gelecek kuşaklara aktarmak isterim.
Eskişehir’de sinema deyince akıllara, artık anılarda kalan Kılıçoğlu ile Arı Sineması geliyordu. Bu iki salona ek olarak “Akademi Sineması” da özel hazırlıkların yapılıp, arkadaşlarla sözleşilip gidilen sinema salonuydu. Buralar, yukarıda anlattığım başarılı yönetmen, yapımcı ve daha adını sayamadığım pek çok insanın kanına sinema tutkusunun aşılandığı, yerli yabancı ayırımı yapılmaksızın en güncel filmlerin gösterildiği salonlardı.
Behçet Uluvar, sinemaya ilişkin anılarında 1960-70 yılları arasında 15 ayrı sinemanın adını sayıyor (12) ve Eskişehirlilerin sinema tutkusunu gideren bu salonlardan ilk sırada gelenleri Asri Sinema ve Doğan Sineması olarak tanımlıyor. Her iki sinema da, sinemanın kriz döneminde ayakta kalma uğraşı verdiği dönemlerde esen rüzgâra kapılmış, bu salonlar ailelerce tercih edilmez olmuşlar. Bir süre sonra da kapanmışlar.
Anılan sinemalarda, konusu Eskişehir’de geçen yahut Eskişehir ile ilişkilendirilen, yönetmenliğini Nejat Saydam’ın üstlendiği Küçük Hanımefendi (1961) filmi de kapalı gişe gösterilmiş. Bu filmde zamanının ünlü sanatçıları Ayhan Işık, Belgin Doruk, Sadri Alışık, Ahmet Tarık Tekçe, Avni Dilligil, Aliye Rona, Nubar Terziyan, Osman Türkoğlu, Fadıl Garan, Dursune Şirin, Selahattin İçsel gibi sanatçılar rol almış.
Bugün günün koşullarına uygun modern alışveriş merkezleri ve bu merkezlerde birden fazla film gösteriminin aynı anda yapılabildiği, her türlü altyapısı hazır Cinebonus, AFM, Yapay gibi şirketlerce işletilen modern sinema salonları faaliyet gösteriyor.
Köprübaşı
Öğrencilerime, yaşadıkları mekânlar üzerinde düşünmelerini, yaşama belli bir uzaklıktan bakmayı denemeleri gerektiğini anlatıyorum. Bu anlamda, yaşadıkları çevrenin öyküsünü öğrenme fırsatı bulacaklarını, ortama yabancılaşmayacaklarını ve dolayısıyla hayata daha bir sıkı sarılacaklarını anlatıyorum. Eskişehir Köprübaşı da kendince bu anlamda öyküsü olan, şehirle özdeşleşen bir parçamız adeta…
Köprübaşı, İkieylül, Cengiz Topel, İsmet İnönü, Şair Fuzuli, Sivrihisar Caddesi gibi bütün önemli yolların Porsuk Çayı ile kesiştiği kavşağın adı. Bu burada Porsuk Çayı iki ayrı köprü ile geçiliyor. Köprüler her dönem ayrı bir güzellik sunmuş. Büyükşehir Belediyesi tarafından yenilenen köprüler aslan heykelleri ile bezenmiş. Aslan kimi tarihçilere göre mücadele, güç ve üstünlük sembolü olarak yorumlanır. Buradaki aslan figürlerinin kullanılma nedeni de; bulunduğu yerin koruyuculuğu ve kollayıcılığı sembolize edebilir. Büyükşehir Belediyesi’nin köprülerde kullandığı figürler, bu anlamda Selçuklulardan bu yana kullanılan geleneksel Türk kültürünü yansıtmaktadır.
İki Eylül Caddesi, şehrin kurtuluş gününü hatırlatan ve şehirde açılan ilk modern alışveriş merkezi Esnaf Sarayı’nı barındıran caddedir. Cengiz Topel, Türk havacılık tarihinin yurt sevgisi ile bütünleşmiş sembol ismi; Fuzuli ise aşk ve sevgiyi en iyi anlatan şairlerden biri olarak Köprübaşında buluşmuşlardır.
Köprübaşından itibaren dolaşmaya çıktığınızda İkieylül Caddesi’nden geçince uğrak yeriniz Taşbaşı ile sıcaksular olur.
Taşbaşı, daha çok küçük esnafın bir arada bulunduğu, tarihi pirinç iş hanından sıcaksulara kadar olan üç beş sokaktan oluşan adaya verilen addır. Buradaki küçük dükkânların bir bölümü kuyumcular çarşısı, bir bölümü bakliyatçı, bir bölümü ayakkabıcı ve aktarlardan oluşmaktadır. Bunun çevresinde de çarşı camiinden itibaren neredeyse Eskişehir tarihi ile özdeşleşen esnafların işlettiği manifaturacılar dizilmiştir.
Sıcaksular ve Hamam Kültürü
İkieylül Caddesinden Taşbaşına çıkan sokağın yanıbaşında sıcaksulara gelindiğinin habercisi Yeni Hamam ya da Erler Hamamı vardı. Bugün Büyükşehir Belediyesi bu hamamı sokak içinde yaptırdığı yeni hamamla yaşatmaya çalışıyor.
Sıcaksular deyince, Erkekler Hamamı, Erden Hamamı, Doğan Hamamı, Has Hamamı, Keçeciler gibi -unuttuklarım beni bağışlasın- hamamlar akla geliyordu. Bu hamamların önemli bir kısmında havuzlar bulunurdu ve gençler yazın Porsuk Çayında, kışın da hamamlarında yüzmeye çalışırlardı. Hamamların hepsinin de çok tanınmış olduğunu kalabalık olmalarından tahmin ederdim.
Öğrenci olarak bizler de mutlaka hamama gider, havuzlarından çıkmak istemezdik. Hatırladığım kadarıyla göbek taşı bulunmazdı. O zaman Eskişehir’in geleneksel evlerinde genellikle banyo bulunmazdı. Bulunsa bile banyo kültürü bugünkü gibi değildi… Sabahın erken bir saatinde evden çıkılırdı. Beyaz havlu, kese, bakır tas ve yeşil sabun, kil hamam yolculuğunun değişmez yoldaşlarıydı. Derimiz yüzülesiye, ıstakoz gibi kızarıncaya kadar kese olurduk. Yıkanma sonrası içilen gazoz ise içimizdeki yangını soğutur, ferahlık verirdi. Sonra hamamın yeşil meşinden yataklarında biraz soluklanılır, yollara öyle düşülürdü. O zaman hamam girişlerinde ayakkabılar çıkarılır, takunya giyilirdi. Takunyaların yerini artık naylon terlikler aldı.
Has Hamamı haftada bir gün kadınlara açıktı. Yanı başındaki bahçeli hamamı da kadın hamamı olarak hizmet veriyordu. Bu hamamların arkasında da belediyenin Sıcaksular bölgesi denen ve çarşı camisine şadırvan işlevi yapan, zanaatkârların, küçük el sanatları ustalarının ekmek yedikleri tezgâhları bulunuyordu. Dükkânlar küçük, iç içe; sahipleri de dostça, içtenlikle birbirlerine selam veriyordu. “Parlatalım mı, abi?” sesleri bugün olduğu gibi, o günlerde de sokaklarda çınlıyordu.
Hamamyolu
Hamamyolu (eski adıyla Yunak) caddesini boydan boya geçen ve porsuk kenarındaki Değirmen Sokaktan sonra porsuğa kavuşan Akarbaşı Deresi, yaya ve araç trafiğini birbirinden ayırmakla kalmayıp, suyun iki yanındaki salkım söğütler de caddeye ayrı bir güzellik katıyordu. Akarbaşı deresinin ve caddenin geçmişini İkieylül Gazetesi yazarlarından Semih Esen şöyle anlatıyor (13):
Yediler ile Yılmaz Taksi arası parktı ben çocukken. Çevresini mazı çamları ile duvar gibi örülüydü. Ortasındaki yol da sıra sıra çam ve akasya ağaçları ile çınar tarafından Akarbaşı deresi geçerdi. Derenin suyu Akarbaşı değirmeninden gelir bir kol da deliklitaş caddesine giderdi. Amaç Deliklitaş Caddesi boyunca verimli toprakları sulamaktı. Yedilerde yolun altından geçen dere Deliklitaş Caddesi’nin girişinde kanaldan çıkardı, bu yüzden o caddeye Deliklitaş dendi.
Yukarı mahalle ile aşağı mahalleyi birbirine bağlayan Hamamyolu Caddesi’nin iki yanında bir zamanlar domates, salatalık yetiştirildiği göremesem, Deliklitaş Mahallesindeki bostan bahçelerine yetişemediysem de buraların moderniteye duyulan özenti uğruna apartmanlarla betonlaştırılıp yeşilin yok edildiği bir mahalleye dönüştüğünün öyküsünü duydum. Bir zamanlar rahmetli Sabahattin Günday’ın adının yazılı olduğu Yediler Parkı’nda yeşilin ve insanın kucaklaştığı, bugün kısmen betonlaşmış olmakla birlikte, mahalleli ile vedalaşmamakta direnen ıhlamur ağacının yanıbaşında bugün havuz misali oluşturulan taş yalağın olduğu yerde eskiden akan su ve çevresindeki salkım söğütlerle süslü çay bahçelerine yetiştim. Gölgede gazoz ve buz gibi Doğanay ayranı içtim.
Hamamyolu Yediler Parkı güzeldi. Caddeyi boydan boya ikiye ayıran Akarbaşı Deresi oraya ayrı bir hava verirdi. Esnaf dükkânını süpürüp, çöpünü de dereye atmaya başlayınca, dere de elveda deyip aramızdan ayrıldı…
Bir de caddenin Ziyapaşa Caddesi ile Süleyman Çakır caddesinin kesiştiği noktadan itibaren, Asarcıklı Caddesine kadar sağlı sollu tezgâhlar sıralanırdı. Bu tezgâhlar özellikle bayram öncesi daha da renkli görüntüler oluştururdu. Bugün bu görüntüden eser kalmadı. Tezgâhlar da Cumartesi Pazarının arkasında oluşturulan, bugün Sular İdaresi’nin de bulunduğu alışveriş merkezine taşındı. O günlerden geriye kalan ise, Sıcaksular Caddesindeki kundura tamircileri ve lostracılar oldu.
Alaaddin Parkı
Az daha yukarı çıkınca, “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim” diyen Yunus’un çağrısına cevap verircesine gelinen Alaaddin Parkı vardı. Biraz daha yeşil, biraz daha sade… Parkın içinde Anadolu Selçuklu Devleti döneminde 1267 yılında III. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında yapılmış olan Alaaddin Camii bulunuyor. Her ne kadar özgün biçimini kaybetmiş olsa da tarihi anlatması bakımından önemli. Caminin hemen önünde, şehrin bütün yönlerine giden otobüslerin merkez hareket noktası yer alıyor. Yukarı çıkarsanız Bademlik, aşağı inerseniz Köprübaşı…
Odunpazarı
Eskişehir tarihinin bir diğer tanığı da Odunpazarı. Alaaddin Camiine çok yakın. MS 1176'da Selçuklu Sultanı II. Kılıçaslan'nın Bizans İmparatoru Manuel Komnenos'u Dorylaion – Şarhöyük’te mağlup edip Karacaşehir Kalesi`ne yerleştikten sonra kalenin doğusuna kurulan Şarkiye Mahallesi, bugünkü Odunpazarı’nın da temelini oluşturmuş.
Selçuklu ve Osmanlı örneklerini koruyan bugünkü Odunpazarı, kıvrımlı dar yolları, çıkmaz sokakları, ahşap süslemeli, bitişik düzenli, cumbalı evleri ile örf, adet ve geleneklerini koruyarak bir bütün olarak günümüze kadar gelmeyi başarmış.
Buradaki evlerin iki değişik mimari yapıya sahip olduğu belirtiliyor. İlk tip evlerin girişleri sokaktan, bahçeleri arka tarafta; ikinci tip evlerde ise bahçeler önde, evler bahçe içinde olacak şekilde 1, 2 veya 3 katlı olarak yapılmış.
Buradaki mimari yapının içindeki yaşam biçimleri giderek ortadan kalkıyor. Odunpazarı Belediyesi, Büyükşehir Belediyesi kaybolmaya yüz tutan bu kültürel mirası geri getirmek üzere aynı amaca yönelik ayrı ayrı projelerle ciddi bir çaba gösteriyor, ama birbirimizin paçasından çekiştirme hastalığı, bu projelerin bir an önce yaşama geçirilmesini geciktiriyor.
Mekânları yaşanır kılan en önemli özelliklerden biri, hayat dişlerini geçirse de insanın mutlaka yaralarını beraber sarabileceği dostları ile birlikte olmasıymış. Bu yaşam biçimi Şükran Kaba’nın anılarından şu ifadelerle yansıyor (14):
Ev yaşamı yazın bahçede geçerdi. Kışa hazırlık için salça kaynatılır, turşu yapılır, kilim yıkanır, erişte kesilirdi. Yorgunluklar, demlenen çayla birlikte kuzinede pişirilen börekle atılırdı. Kaynatılan sıcacık salçanın sürüldüğü ekmek, kuzinenin közünde pişirilen patates en sevdiğimiz yemekti. Bu hazırlıklar komşuların elbirliği ile yapılırdı. Komşuluğun o zaman içi boşaltılmamıştı. İnsanlar, acılarını, sevinçlerini paylaşır, zorluklara birlikte göğüs gererlerdi. Evde pişirilen ne varsa, mutlaka bir tabak da komşuya ikram edilirdi, gören gözün hakkı olduğu, koktuysa, özenir diye düşünülen yıllardı. Ne evin kapısı, ne penceresi sıkı sıkı kilitlenir, çelikten yapılır, çat kapı gelen komşu güler yüzle karşılanırdı.
Odunpazarından yokuşu doğrudan çıkınca yeşillikler içindeki Bademlik’e ulaşırdık.
Bademlik
Bademlik, Odunpazarı mezarlığının karşısında insan eliyle ve çoğunluk badem ağaçlarıyla yeşertilen, şehre tepeden bakan mütevazı insanların yaşadığı cennet parçasından bir yer. Mimar Mühendislik Akademisi ile Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin şen şakrak sesleri ile şenlenir; yazın mehtaplı gecelerinde de muhteşem Eskişehir manzarası ile genç yaşlı herkesi hayal âlemine götürürdü.
İnsan eliyle oluşturulmuş yeşilliklerin içinde bulunan bu okulların hemen yanı başında açık alan yüzme havuzu ile ailece gidilen ve çay bahçeleri vardı. Daha üst gelir grubu için de özel bir girişimcinin çalıştırdığı, bugünkü anlamda “Cafe-bistro” diyebileceğimiz bir tesis hizmet verirdi.
Düğün Salonları
Düğün dernek hazırlıkları ayrı bir konu olmakla birlikte, Eskişehirli arkadaşlarımızca davet edildiğimiz için bir iki cümleyle anlatmakta yarar görüyorum. Bugün Zübeyde Hanım Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi’nin arkasında kalan ve konuklarını ağırlamaya devam eden TCDD’nin düğün salonu vardı. Salonun ortasında dans pisti, pistin çevresinde üzerinden küçük köprülerle geçilen havuz ve loca şeklindeki oturma yerlerinin bulunduğu, ağaçlarla bezeli bahçesi çok şıktı. Salon bugünlerde yenilendiyse de eski albenisi yok gibi…
Bugün gelişen ve değişen yaşam biçimleri, yeni mekânlar kazandırdı. Gençler daha başka tatlar arıyor. Düğünler yazlık bahçelerde, gar düğün salonunda, tozmanda, pandora veya almina’da yapılıyor artık.
Bitirirken
1880-90 yıllarından sonra Kırım, Gümülcine, Bulgaristan, Kafkasya, Gürcistan, Abhazya bölgelerinden gelip Yukarımahalle denen Odunpazarı ve çevresinde yaşayan yerli Türkmen (16) halkla birlikte sıradışı bir yaşam kültürü oluşturan Eskişehirliler, yaşadıkları şehri geliştirip, büyüttüler, daha bir güzelleştirdiler. Eskişehir, modern bir Avrupa şehri kimliği kazandı. Akademiler bir araya geldi, üniversite oldu. Zamanla Türkiye’nin övünç kaynağı olan iki ayrı üniversiteye bölündü. Her biri diğerine adeta nazire yaparcasına gelişiyor, her ikisi de evrensel arenada Türkiye’nin yüz akı unvanlarını hak ediyorlar. Başarıları ile üçüncü bir üniversitenin ışığını veriyorlar.
Bizler, her haziran ayında öğrencilerimizi mezun ederken, onları birer kuş misali Eskişehir’den uçuruyor; Türkiye’nin değişik yerlerine uğurluyoruz. Biraz hüzün, biraz duygu yoğun günler yaşıyoruz. Mezun ettiklerimiz de popüler iletişim ve haberleşme kanalı olan facebook platformlarında bu kente duydukları özlemi şöyle ifade ediyorlar (15):
bazı kışlar porsuk donduğunda üzerinde korkarak gezinmeyi, gecenin bir yarısı köfteci ali ye gidip çatlayana kadar köfte yemeyi, kebapçı hüsmene gidip yoğurtlu köfte yemeyi, inan met helvadan taze taze koccaman bir kutu met helvası alıp yemeyi, öğle tatillerinde yemek için shyo dan dan gelip yunusemre kampusundaki yemekhanenin turnikelerinde onlarca kişinin onune gecip(o yıllardaki terim ile kaynak yapmak) yemek yemeyi, sahin tepesine cıkıp o sogukta titreyerek şehrin ışıklarını ve gece ucusu yapan f-4 leri izlemek, caddede yürürken ansızın bir f-4 un içimi titretmesini, okul çıkısı /…/ cebimizdeki son kalan cay parasıyla kafeye gidip o gün caya zam gelmemiş olması için dua etmeyi, karnımız acıktığında soğukta ellerimiz donarak simit yemeyi, hemen hemen her yere yürüyerek gidebilmeyi, gecenin bir yarısı yenikentten bağlar caddesine yürümeyi, caddelerde tanıdık simalar görüp selamlaşmayı, annemin çiğböreklerini ve haşhaşlı böreklerini mavi renk gübre kokan muttalip otobüslerini, yunusemre kampusunden ve shyo nun onunden otostop yapmayı, kısacası herseyi herkesi coooook ozledim...
Her yıl pilav günlerinde göçmen kuşlar gibi geri dönen öğrencilerimizi Eskişehir’de yeniden görmek, yaşam öykülerini dinlemek, bizlere ayrı heyecan ve hazlar veriyor. Onların geri döndükten sonra, şehre ilişkin gözlemleriyle, bize anlattıklarıyla adeta kanıksamaya başladığımız, bize son derece doğal gelmeye başlayan dönüşümü yeniden görmeyi ve Eskişehir’de Eskişehir’i tekrar tekrar yaşamaya başlıyoruz.
Eskişehir’i Eskişehir’de sağlık ve dostlukla, kentli olmanın tadını çıkararak yaşamak dileğiyle…
Dipnotlar:
) İlgi duyanlar için: Türkiye'de Yapılan Arkeolojik Araştırmalar. Şarhöyük –Dorylaion (Eskişehir). http://cat.une.edu.au/page/sarhoyuk-dorylaion (01.06.2009). Ayrıca, Şarhöyük Kazı Çalışmaları. 10dakika.tv. http://10dakika.tv/genel/arhoyuk-kaz-cal-malar.html (14.06.2009).
2) Fatih Türkmenoğlu. “Gezmek Gerek: Cıvıl cıvıl bir şehir”. Milliyet Pazar. 8 Ekim 2006. http://www.milliyet.com.tr/2006/10/08/pazar/yazturkmenoglu.html (29.05.2009).
3) Tatlıdil Köftecisi: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=tatlidil+koftecisi (29.05.2009).
4) Bkz.: Reyan TUVİ “Çiğbörek, met helvası pötiför, haşhaşlı ekmek Eskişehir’de yenir” Hürriyet Seyahat. 05.04.2004, http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2004/04/05/438343.asp (17.06.2009).
5) Bkz. M. Sami Karayel. Adalı Halil ve Kızılcıklı Mahmut. İstanbul: Ahmet Halit Kitabevi, 1948.
6) Nuri Uzel, 1941 yılına ilişkin anılarında Tatar arkadaşı Bakkal Ahmet Nayman’dan söz eder. Bkz. Nuri UZEL. “İkinci Dünya Savaşı Sırasında Eskişehir’deki Genç Kırım İdealistleri” http://www.euronet.nl/users/sota/emel1704.htm (31.05.2009).
7) Efsanenin tamamı için bkz.: Cengiz AYTMATOV. Gün Uzar Yüzyıl Olur (Gün Olur Asra Bedel). İstanbul: Cem Yayınevi, 1985.
8) "http://tr.wikipedia.org/wiki/Cengiz_Topel" adresinden alındı (31.05.2009).
9) Şükran Kaba. “Kırmızı Toprak” Dergibi.com http://www.dergibi.com/oyku/ayrinti.asp?id=107 (30.05.2009).
10) Usta'lardan Eskişehir Çıkarması.Star, 13 Mayıs 2009, Çarşamba: (http://www.stargazete.com/sinema/ustalardan-eskisehir-cikarmasi-haber-188059.htm)
11) Film hakkındaki kritikler için bkz.: “Usta işi gala” Star Gazetesi. 8 Mayıs 2009 Cuma http://www.stargazete.com/sinema/usta-isi-gala-haber-187026.htm
12) Bu sinemalar şunlar: Sizin sinema, atlas sineması, ikizler sineması, asri sinema, halkın sineması (sonraki adıyla şan sineması), büyük sinema, marmara sineması, yurt sineması, lale sineması, doğan sineması, yeni sinema, kılıçoğlu sineması, arı sineması, yazlık sinemalar ve akademi sineması, şeker fabrikası sineması, Hava Kuvvetleri Hava İkmal Bakım Merkezi Sineması. Bkz.; Behçet Uluvar. “Eskişehir’in Sinemaları”. http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=34862 (31.05.2009).
13) Semih Esen. “Hamanyolu” İkieylül Gazetesi. 03.03.2008. http://www.ikieylul.com.tr/yazar_goster.asp?ne=y32&sira=5555 (30.05.2009).
14) Şükran Kaba. “Kırmızı Toprak”. dergibi.com: öykü. http://www.dergibi.com/oyku/ayrinti.asp?id=107 (ISSN 1303-6211), (17.06.2009).
15) http://www.facebook.com/topic.php?uid=5214306379&topic=6070&post=39005 (30 Ocak 2008, 13:53'da)
16) Hasan Hüseyin Adalıoğlu. “Eskişehir Mevlevihanesi”. Türk Kültürü, Edebiyatı ve Sanatında Mevlâna ve Mevlevîlik – Bildiriler. SÜMAM Yayınları: 1 / Bildiriler Serisi: 1 / Yıl: 2007, s. 243’den Osman Turan. Selçuklular Zamanında Türkiye, Siyâsi Tarih Alp Arslan’dan Osman Gazi’ye (1071-1328), 6. Baskı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1998, s. 209-214-217.
|